Tarihi Gelişim
Savaş gemisi deyince herkesin aklına büyük topları olan zırhlı, devasa gemiler gelir. Çünkü bu platformlar popüler kültürün büyük bir bölümünde yerlerini bu jenerasyondaki halleri ile almışlardır. Evet bu doğru bir bilgidir fakat artık geçen yıllar ve ilerleyen teknoloji ile işin rengi çok değişti. İkinci dünya savaşı sırasında geliştirilmeye başlanılan roket ve güdüm sistemi teknolojilerine kadar herhangi bir kara veya deniz konuşlu üs/platform tarafından kullanılabilecek en etkili silahlar toplardı. Deniz platformları için konuşacak olursak, topçu sistemleri 14-15. yüzyıllardan beridir platformlarda yer alıyorlar. 19. yüzyılın sonlarından itibaren modern kıçtan dolma; konik biçimli, zırh delici/patlayıcı mühimmatlar fırlatabilen formlarına büründüler ve savaş gemilerinin ana silahı olmaya devam ettiler. 1904-1905 Rus-Japon Savaşı ile uzun menzilli ve yüksek kalibreli ana batarya toplarının deniz savaşındaki gerçek üstünlüğü belirlediği görüldü ve sorasında Dreadnoguht devrimi ile güvertesi koca koca ana batarya topları ile dolu devasa zırhlı savaş gemileri ortaya çıktı. Daha sonrasında 2 dünya savaşı arasında ve 2. Dünya savaşı sırasında son zırhlı savaş gemileri olan ve teknolojik olarak en üstünleri, modern zırhlı savaş gemileri doğdu. IOWA, Bismarck, Yamato sınıfları gibi devasa ve 460mm’ye (Yamato) varan çaplardaki koca toplara sahip gemiler ortaya çıktı. Evet bu gemiler çok güçlü silahlara sahipti, devasalardı, pahalı oyuncaklardı ve onlara sahip olan milletlerin gurur kaynaklarıydılar.
Ne var ki bu yakışıklı fetiş objeleri bu kadar gelişirken torpido adındaki gizli su altı silahları ve savaş uçakları da gelişiyordu. 2. Dünya Savaşı’na giden yolda deniz havacılığı ve uçak gemileri askeri doktrinlerde kendilerine büyükçe bir yer almaya başladı. Sonra savaş patlak verdi ve 1941 yılında ilk önce Bismarck, HMS Arc Royal uçak gemisinden kalkan küçük, yavaş ve nispeten 1.Dünya savaşı teknolojisi barındıran Swordfish uçaklarından birinin attığı bir torpido ile dümeninin kilitlenmesi ve ardından manevra kabiliyetini kaybetmesi sonrasında Kraliyet Donanmasının pençesine düştü kafası ezile ezile batırıldı. 1943’te teslim olan İtalya’nın en güçlü ve zarif zırhlısı olan Roma, Malta’ya müttefiklere teslim olmaya giderken bir Alman Dornier DO 217 uçağı tarafından atılan iki adet hassas radyo güdümlü “Fritz-x” bombolarından birinin cephaneliğini delmesi ve infilak etmesi sonucu alabora olup ikiye ayrılarak batırıldı. 1945’te Japonlar’ın milli gururu ve şuana kadar yapılmış en büyük, en ağır, en güçlü ve en iyi zırh korumasına sahip Yamato Zırhlısı (Yamato büyük zırhlı inşasının geldiği zirve noktasıdır) Amerikan uçak gemilerinden kalkan 227 Corsair ve Hellcat’in katıldığı bir operasyonla tam 11 torpido ve 6 bomba isabeti alması sonucu ikiye ayrılarak batırıldı. Tüm bu olaylar dünyaya, bu aşırı büyük, aşırı pahalı ve işletme maliyetleri çok yüksek platformların, modern deniz savaşlarında yer alamayacağını gösterdi ve savaş sonrası doktrinlerde buna göre yazıldı.
Artık denizlerdeki ana güç çarpanı, uçak gemisi ve deniz havacılığı tabanlı filolar ve denizaltılardı. Savaş sonrası birçok zırhlı emekli edildi ve kalanları ise en fazla 20 sene içerisinde hizmet dışına çıkarıldı (Amerikan Iowa sınıfı bir istisnadır ve 1990’lı yılların başlarına kadar hizmette kalmışladır). Artık deniz kuvvetlerinin satıhtaki ana gücü uçak gemileri yanında onlara refakat eden veya kendi başlarına küçük, hızlı ve etkili üniteler olan destroyer, kruvazör, fırkateyn gibi ünitelerdi (şunu da eklemeliyim ki krüvazör kullanımı savaş sonrası dönemde devam etse de günümüzde bitmeye yakındır. Şuan dünyada Amerikan Ticonderoga (1983) sınıfı ve Rus Slava (1982) ve Kirov (1980) sınıfı gemiler bulunmakta ve gemiler modernize edilmiş/edilmektedir. Ticonderoga’lar için aktif hizmetten çıkış tarihi 2035’ler gibi öngörülüyor). Bu havacılık temelli deniz harbi füze teknolojisinin gelişmesi ile bizim bu nisbeten küçük platformlarımızın etkinliğini oldukça arttırdı. Artık tipik bir su üstü muharip platform için 4 ana harp senaryosu vardı Bunlar hava savunma harbi, su üstü savunma harbi ve denizaltı savunma harbi ve kara taaruz/savunma harbi idi ve artık bu 4 senaryo içinde de gemilerin ana silahları çeşitli güdümlü mermiler veya güdümlü torpido sistemleri oldu.
Savaş sonrası ve günümüze kadarki süreçte roket ve füze teknolojisi bir hayli gelişim gösterdi ve askeri denizcilikte de en etkin kullanımları uçak ve diğer gemilere karşı idi. Tarihte ilk güdümlü gemisavar füzesi olarak Alman Henschel Hs-293 kabul edilebilir. Kabul edilebilir diyorum çünkü kendisi ne tam bir bomba ne tam bir füze veya seyir füzesi idi, Hs-293’e “glide bomb” yani süzülme bombası deniliyordu. Almanların bir diğer güdümlü bombası olan ve Roma’yı da batıran PC 1400 zırh delici bombanın üstüne kurulu Fritz-x, dünyanın ilk radyo kontrollü mühimmatıydı ve bugün ki lazer, kanatlı , hassas vb. güdüm kitleri ile isabet oranı muazzam oranda arttırılan serbest düşüm güdümlü bombaların atasıydı. Fritz’i bırakan uçakta bir operatör bulunuyordu ve radyo frekansları gönderen bir kumanda ile bombayı hedeften nispeten uzaklaşmış ve karşı saldırıdan korunabilecek şekilde kontrol edebiliyordu. Fritz havada süzülürken operatör tarafından rahatça görünebilmesi için arkasından iz bırakan işaret fişeği benzeri bir donanım vardı. Çok hızlıydı ve yüksek zırh delici kapasitesi vardı, ne kadar bir çok başarısı olsada bu deliş kuvveti o dönem ki gemi zırhları için fazlaydı ve bomba gemiyi delip geçebiliyordu. Gemiyi patlatacak asıl patlama suda gerçekleşiyordu. Amerikan USS Savannah ağır kruvazörü de bu şekilde paçayı yırtmıştı. Bazı otoriteler gemisavar füzenin atası olarak onu kabul etseler de bir füzenin gerçek atası olarak kardeşi Henschel Hs-293 gönül rahatlığı ile kabul edilebilir. Çünkü kendisin bir roket motoru ve kanatları vardı, hedefe bir seyir füzesi gibi uçarak ilerliyordu.
Hs-293 ve Fritz aynı güdüm sistemini kullanıyordu. Almanların Kehl-Strazbourg radyo güdüm sistemi adını verdikleri bu sistem adını Kehl-Strazburg banliyösünden alıyordu. Verici yani kumanda bombayı bırakan uçakta bulunuyordu ve ismi Kehl idi, Bomba üzerindeki alıcının ismi ise Strasbourg’du. Fritz-x ve Hs-293 birlikte savaş boyu 50 kadar müttefik askeri/ticari gemisi batırdı. Onlarla birlikte artık bir mühimmat kendi motoru ve kanatçıkları ile süzülebiliyor ve güdüm sistemi kullanarak isabet oranını arttırabiliyordu. Fakat bu öncü MCLOS (Manual Command to Line of Side) (Tr:Görüş Hattı Manual Kontrol) sistemi zahmetliydi. Operatör kontrolü gerektiriyordu ve bu da ateşleyen platformun hedefin yakınında yani tehlike bölgesinde kalmasını gerektiriyordu ayrıca elektronik harbe de açıktı. Öyle ki Müttefikler istemin 18 frekanslık (48.2-49.9 Mhz) bant genişliğindeki bağlantısını karıştırabilen jammer sistemleri üretmeyi başardılar. O dönem bu öncül güdüm sistemi dışında güdümlü gemisavar mühimmatlar için herşey iyi gidiyordu. Bunun çözümüde Atlantik’in diğer tarafından yani Amerika Birleşik Devletleri’nden geldi. MIT ve Bell laboratuvarları desteğiyle “United States Army Research Laboratory” yani Amerika Ordu Araştırma Laboratuvarı ASM-N-2 Bat aktif radar güdümlü süzülme bombasını geliştirdi. 1941’de geliştirilmeye başlanılan bomba, ilk başta TV güdümlü olarak planlandı (TV güdüm füzenin önünde bulunan bir kamera ile telli veya telsiz olarak operatöre canlı görüntü sağlanmasıyla gerçekleşen güdüm sistemidir). Ancak 1942’de ilk önce yarı aktif radar güdüm denendi daha sonrasında sistem 1943’te Aktif radar güdümüne çevirildi. Nihayetinde sistem 1945’te hazır oldu ve savaşın son döneminde Japon İmparatorluk Donanması gemileri üzerinde denendi/kullanıldı ve başarılı da oldu. Bat ile birlikte bir mühimmat ilk defa otonom bir şekilde hedefini bulup imha edebilmişti. Ve bu süzülme bombası çeşitli versiyonları ve geliştirilmeleri ile 1953’e kadar kullanıldı ve toplamda 2580 adet üretildi. Artık modern gemisavar füzelere giden yoldaki birçok adım tamamlanmıştı.
2. Dünya Savaşı’nın bitmesine müteakip Sovyetler Birliği ve Amerika arasında başlayan Soğuk Savaş ve oluşan iki kutuplu dünyanın getirdiği ortamda artık askeri teknolojiye de bu iki kutup yön verir hale gelmişti. İşte bu ortamda bir sonraki hamle de Sovyetler Birliği’nden geldi. Bu hamleler Ks-1 Komet ve S-2 Sopka idi. Bu iki küçük insansız jete benzeyen füzeler 1947’de geliştirilmeye başlandı ve ilk olarak Komet 1953’te hizmete girdi. Bu füzeler Sovyetler’in ilk jeti olan Mig-15’e çok benziyordu (kanat açısı daha büyüktü: 57,7 derece) ve onun burnuna radar eklenmiş ve küçültülmüş bir versiyonu gibiydi . Bunlardan Komet yaklaşık 3 tonluk bir füzeydi ve hizmette kaldığı dönem boyunca (’53-’69) Tupolev Tu-4 ve Tu-16 gibi ağır bombardıman uçakları tarafından kullanıldı. Sopka ise bir karadan denize füzeydi Komet’in modifiyeli bir versiyonuydu. Ondan biraz daha ağırdı ve yerden havalanması için bir rampa ve öncü bir booster sistemi kullanıyordu. İki füzenin de hızı 0.9 Mach (ses hızının 0.9 katı) idi. Güdüm sistemi olarak bu füzeler INS (Inertıal Navıgation System) yani Ataletsel Seyrüsefer Sistemi ve Yarı aktif radar güdümü kullanıyordu. Aynı zamanda bu platformlar INS’in dünyadaki öncüleri oldu. Füzeler SSCB’de 1969 yılına kadar hizmette kaldı ve Küba, Endonezya, Mısır ve Kuzey Kore tarafından kullanıldı.
Yazar: Eshab YALÇIN